Singapur'da son gün. Kahvaltıdayım, masa temel fıkrası; İngiliz, Fransız, İsviçreli, yine Fransız, Amerikalı bir de sanırım Hintli. İtalyanla İspanyol da vardı da gittilerdi sanırım. Böyle ırkçı bir şekilde betimlediğime bakmayın çok acayip bir masaydı, "Analiz" yazımda anlatacağım ama şimdi de biraz bahsetmek isterim; dönemin ilk ayından itibaren fiks olarak bu arkadaşlarla takıldım ve dünya vatandaşı olmak nedir bunu öğrendim. Bu masada belli bir milliyet üzerinde gruplaşma yoktu hatta ben, Hint eleman ve yarı Hint olan İngiliz elemandan dolayı "batılı grup" da denemezdi. Ayrıca adamlar son derece bilgili ve kültürlüydüler ve her konudan konuşabilecek kapasitelerdi. (Amma yağladım ha.) Ha şöyle bir problem vardı ben adamlarla muhabbet edemiyordum, çünkü İngilizce'yi benim Türkçe konuştuğum gibi konuşuyorlardı, konuştukları konular derindi (veya bazen tersine çok basitti ki bunun hakkında nasıl böyle ciddiyetle muhabbet ediyorlar diye şaşırıyordum) ve dilleri de ağırdı. Araya girip iki laf etmek zor oluyordu, bazen etmeye çalışıyordum ama muhabbetin hızını acayip düşürüyordum.  Ben TOEFL için listening yapıyorum gibi bir durum oluyordu ortada. Onlar sürekli gülerken ben gülemiyordum falan.

Ekmek kızarttım. Önümde annemin 5 ay önce bana verdiği kavrulmuş biber salçasının son demleri. Hala bozulmamış. Bulgur pilavı ile pişirmeye gelmedi ama ekmeğe sürünce mis. Bir de tuz biber olacaktı :/ Arkadaşlara ikram edeyim denesinler dedim. Önc Türk yemeklerini seven, Cem Karaca fanı gıda mühendisi İsviçreli arkadaşa uzattım hemen kabul etti ama diğerleri hayır teşekkürler dediler. Nedense giderayak alındım. Son kalanı da İsviçreli'ye pasladım iştahla yedi adam :D Sonra Amerikalı çıkageldi veremedim diye üzüldüm :/

Singapur'da henüz göremediğim yerler vardı. MacRitchie'de doğa yürüyüşü yapamamıştım, Pulau Ubin'de bisiklet binememiştim (buna gitmek için sabah 6'da kalkmak gerekmişti, kalkıp tekrar uyumuştum) ve en komiği de Sentosa adasına hiç gitmemiştim ya la. Sentosa adasında Sentosa plajı vardı fakat gidilecek zamanı kaçırmıştım, Şubat-Mart aylarında gitmem gerekirdi. Muson yağmurları gelmişti ve havalar artık plajlık değildi. (Ay sonunda Phukette olacaktım ve yağmur yağmaz inş diye dua ediyordum.) Sentosa adasında başka çeşitli aktiviteler vardı, akvaryum, uçuş simülatörü, yapay sörf, universal studios vs. Çoğu pahalı ve gereksizdi. Universal studios'a kendim gitsem zevkli olmaz diye düşündüm birkaç kişiye sordum ama "Ben Amerika'da/İngiltere'de gitmiştim." zaten cevabı aldım. Zaten bunlara da yılın başında giden gitmişti.

Akla uygun gidilecek tek yer Botanik parktı. Buraya gitmeyi de sürekli erteliyordum. Bari bugün gideyim dedim. Bunu masadakilere söyledim. Amerikalı arkadaş da ben oraya gitmedim beraber gidelim dedi, beraber gittik.

Herkes bu parkı övüyordu "Gezmek için tüm gün lazım." diye ama öyle diyilmiş. Bu kadar övülecek pek bir şey de göremedim ben? En güzel yani hemen dibine "Botanic Gardens" diye metro durağı yapmaları ve girişin ücretsiz olması. Orkide bahçesi için ücret talep ediyorlardı ama o da öğrenciye 2 liraydı sadece.

Resimler:

Koşacak büyük bir alan mevcut:



Adamın arkasına "Bu adama dikkat edin." diye 2 dilde uyarı asmışlar ya la. Güldüm :))



Çeşitli bahçelere sapan yollar var. Örneğin burası foliage bahçesi. "Foliage" yapraklı için yetiştirilen bitki demek, tam Türkçe karşılığı yok.





 











Burası da "Milli Orkid Bahçesi". Niye milli demişler anlamadım, dünya kupasına mı katılacaklar orkid bahçeleriyle?



İçerisi turist dolu. Tam ücreti verip turnikeden geçtik, şakır şakır yağmur yağmaya başladı.



Biraz gezmeye çalıştık ama nafile. Turnikeden geri döndük. İçeride yağmurun azalmasını bekledik. Yarım saat sonra tamamen kesildi. Manyak lan bu Singapur.



Giriş efsane:





























Amerikalı arkadaş kahvaltı/akşam yemeği masalarının aranan ama benden bile sessiz olan elemanıydı. Türk'e benziyordu, her Türkiye benzeyen batılı gibi o da latin kökenliydi, ve tabii Amerika'nın yegane latino kaynağı Meksika. Kendisinin ana dili aslında İspanyolcaymış. Ben bizim elemanların söylediklerini anlamakta zorlanıyordum dediğimde kendisinin de aynı durumdan muzdarip olduğunu söyleyince afalladım :)) Texas A&M'de okuyan bir arkadaşın aslında okulu kırıp pese kaçan, kurbanda memlekete el öpmeye giden Anadolu genci tarzı bir yaşamı var (gibi geldi bana.) Orada neler yapıyorsun dediğimde aynen "Arkadaşlarla evde playstation oynuyoruz, arada barbekü partileri falan yapıyoruz." dedi. (Sizin garipsemeyeceğiniz bu cevabı ben Slovakya'da almadım mesela, orada cevaplar "Parttime çalışıyoruz, cuma günleri cluba gidiyoruz, tatillerde dağa çıkıyoruz." şeklinde falandı.) Büyük ve esmer, birbirine benzeyen bir ailesi var aynı biz. Bu Meksikalılarla benzerliklerimiz bu kadarla sınırlı değil zaten. Adamlar aynı düğün salonu tipi yerlerde düğün yapıp halay çekiyorlar, salça (salsa) sosla bir şeyler yiyorlar falan. Bir dahaki stajı Meksika'ya ayarlayayım ben. :d

Dönüşte kampüste yemek yedik, eleman yine bi Hindistan yemeği patlattı. Bu batılılarda da ne Hindistan mutfağı sevgisi var arkadaş.

Akşam yurda dönüp eşyaları toparladım. 21 gün sürecek bir yolculuğum vardı, çantamı yerleştirdikten sonra kalanları toparlayıp akrabamın evine götürdüm. Orayı da anlatmayacağım uzun uzun fakat karı-koca öğretmen için küçük ve mütevazı bir evde yaşıyorlardı. Bulundukları muhit fena değil gibiydi, fakat Singapur'da kötü muhit olacağını düşünmüyorum zaten. Okuldan oraya metrola gitmek sanırım 1-1.5 saatimi aldı. Merkeze belirli bir uzaklığı vardı yani. Muhtemelen Türkiye'nin İstanbul dışındaki şehirlerinde daha merkezi bir yerde daha büyük bir evde yaşabilirdiniz ama İstanbul'da bundan iyisi kesinlikle olmazdı, ve muhtemelen burası - birçokları için - İstanbul'dan daha güzel bir yerdi.

Akrabamın ailesiyle tanıştım, Malezce merhaba yani Selamat Datang dedim, bu Hoşgeldin demekmiş, beni kandırmışlar, yurda dönüp boş odada yattım. Sabah 5:30'daki ilk metroyu yakalamak için erken kalktım.

118 günlük Singapur macerası da böylece sona ermiş oldu.

Bir dahaki yazıda görüşmek üzere.