Bugün gerçekten çok enteresan bir gündü. Özellikle akşam yemeğinde tanıştığım Anna'nın Malezya ve Taylandı gezmeyi planladığını duyunca hayatımın şokunu yaşadım. Anna 21 yaşında, yarışmaya A.B.D.'den katılıyor. Milkshake'ini soğuk içmeyi seviyor, içerken çilek parçacıklarını hissetmeye bayılıyor...

Diye giden gereksiz yazılar bütününe sebep olmamak için blogu gün gün yazmayı bırakıyorum. Her güzel şeyde olduğu gibi bu da biraz monotona bağlamaya başladı, ki bu durumla bi alıp veremediğim yok, monoton günler olacak ki öbür günler anlam kazansın. Biraz da ders çalışmam lazım, 2 haftadır ders namına hiçbir şey yapmadım. Bu 5 günü maçın önemli anları olarak vereyim.

17-23 Ocak 2015 Pazar - Cumartesi 
(9-15. Günler)

Pazartesi günü Game Development dersi vardı. Bu ders oyun projesi dersi ve Oculus Rift oyunu yapacağız. Ders için gidip önce Oculus Riftimi aldım. Şu anda odamda duruyor sevgili oculus riftçiğim :))

Laba gittim. Lab partnerimle tanıştım, ismi 需 yani Sü. Latince'ye çevirince tüm havası gitti be. Neyse. Sü Çin Çinlisiymiş, 3. sınıftaymış o da.

Lab:



Labı da Çin Çinlisi bir abi veriyor, yine İngilizce'ye tecavüz var fakat bu konuda Networkçu hocanın eline su dökemez kesinlikle. Belli bir süre sonra TA'in zaten internette olan şeyleri anlatmasından sıkılıp Oculus Rifti kurmaya başlıyor. Hatta bunun için yanıp tutuşuyorum, kalp atışım hızlanıyor. İniyorum kasanın altına hdmi usb ne varsa takıyorum, bağlayacak da bayağı şeyi var zıkkımın, kamera bağlamak felan da gerekiyor. En sonunda her şeyi hallediyorum, "Your VR is ready" yazısı çıkıyor fakat Oculus'ta mavi ışık yanmıyor, Oculus'a görüntü gelmiyor. Birkaç tane tak çıkar yapıyoruz ama nafile. Ardından başka bir TA oculusu kendi bilgisayarında deniyor ama sonuç nafile. Odama gelip laptopumda deniyor ama laptop desteklenmiyormuş. Offf........

Lab'da yapmış olmamız gereken "Unreal Engine'de kendi evini yap" ödevini yurda dönünce hazırladım, 2 oda 0 salon bir ev yaptım, beklediğimden uzun sürdü, duvarları hizalayacağım diye 2 saat uğraştım. Tam yükleyecem, daha önce yüklenen ödevler gözüme çarptı. Adamın biri gitmiş cs_office yapmış, öbürü git beyaz saray çizmiş, biri gitmiş Escher'in rölativite tablosunu yapmış. Kendime dumurlardan dumur beğendim. Daha ilk ödev için ne kadar uğraşmış işsizler ya.

Bugün bir de ders kitaplarını almak için kütüphaneye gittim. Kütüphane:



Bilkent'in heybetli kütüphanesiyle karşılaşınca burası mimari açıdan biraz merdiven altı gibi kalıyor. Belki tavanın basık olmasındandır.


Bizim okulda da olması gereken uygulamalar var, mesela sessiz alanlarla sesli alanlar birbirine çok yakın ama camla ayrılmış:



Beklenmedik aramalar için de sessiz alanların çevresine konuşma kabinleri yapılmış:



Bunları yazarken sanki Bilkent tarafından başka okulları gözlemleyip rapor vermek üzere gönderilmiş gibi hissediyorum, 5 ay sonra geri dönüp GençBilkentliler hareketini oluşturacağım ehehe.

Bütün kitaplar aynı kata toplanmış:


Kodu QA76.76 olan Algoritma kitabını almak üzere QA76.76 sekmesine geldim ama burada tüm kitapların kodu aynı.


Sonrasında ise kitapların sonuna konularının da kodunun eklendiğini görüp aydınlandım.

*

Salı günü buraya ilk geldiğimde bana yardım eden NUS'ta doktora yapan Hindistanlı abiyle buluştum, bir çay içtik. İyi biri. NUS'a daha önce de staja gelmiş, 5-6 ay staj yapmış. Enteresan bir nokta; adam araştırma stajına gelmiş, RC helikopterleri, yükseklik ve wifi sensörü ile ilgili bir şeyler araştırıyormuş (tam olarak neydi hatırlayamadım), bunun için stajın ilk 4 ayı helikopter yapmakla geçmiş. "Niye gidip oyuncakçıdan almadınız?" dedim, "Aldık ama uyumlu olmadı, 3 haftamız ikisini beraber çalıştırmak için uğraşmakla çöpe gitti." dedi.

Akşam yurdumuzun salon hokeyi (floorball) takımının antrenmanı vardı, merak edip gittim.
Buz hokeyi biliyorsunuzdur zaten, işte onun salon versiyonu, bir fark yok sanırım. Fakat daha önce bir benzerini oynamadığım için bana biraz zor geldi. Bir de sürekli eğilmek gerekiyor, bel fıtığı olmayız umarım. Resimler:



*

Burada neredeyse her türlü "Asya orijinli Batı ülkesi vatandaşı"yla tanıştım. Danimarkalıyla bile tanıştım. Danimarkalı arkadaştan öğrendim ki yurdun frizbi takımı da varmış. (oha) Onda da eksik kalmadık tabii. Çarşamba akşam 10 kişi gittik büyük bi çim alana gittik. Herkes yalınayak daldı çimlere. Ben de daldım. Hava yağmıştı, dolayısıyla çim çamur içindeydi. Beraber Omo'nun kirlenmek güzeldir reklamının Singapur versiyonunu çektik. Çamur ayakları serinletiyor, 30 derecede spor yapıyorsanız tavsiye ederim. (Şu an üşüyorsunuz di mi ha muhaha)

Çok geçmeden herkes akıllandı da yalınayak çimlerden çıkıp yolda disk atışmaya başladık. Etrafta evler, camdan bakanlar. Yoldan arabalar geçiyor disk atmayı bırakıp kenara çekiliyoruz. 10 yıl geriye gidip çocukluğumdaki tek pas maceralarını hatırladım. Bu nostaljiyi Singapur diye dünyanın bir ucundaki küçücük bir adada yaşayacağım aklıma gelmezdi.

Gitmeden önce arkadaşlara "Çok iyi değilim bu oyunda." dedim, sonra beni kaptan yaptılar elime de 1 milyon sterlin transfer parası verdiler. Şaka bir yana öğrendim ki neredeyse hepsi yeni oyuncuymuş, "E neden takıma yeni oyuncuları doldurdunuz?" dedim, "Tecrübeli öğrenci bulmak zor yurttakiler hep birinci sınıf." dediler. Bende yine camlar kırıldı. Karşılaştığım 10 yerliden 9'u 1.sınıf çıkıyordu. Meğerse bizim yurt hep yeni yetmelere veriliyormuş. Bunun nedenini perşembe akşamı öğrendim, ama dur bi zinciri bozmayalım.

Çarşamba akşamı House Leo'nun bi acılı Noodle yeme yarışması vardı. Bardaklara noodleları doldurmuşlar. İlkini yedim, dilim biraz gıdıklanır gibi oldu. Millet de birbirine "Verme yiyemem çok acı." falan diyor. İkincisini yedim, yine kesmedi dibindeki suyu biberleriyle birlikte hüplettim, Sonra bütün yenmeyen noodlelar bana gönderilmeye başlandı. Yazık lan bunlar acılı çiğköfte nedir bilmeden yaşıyorlar.

Akşam katta iki kızı elinde tebeşirle kapımın önünde gördüm.. Herkesin kapısına odadakinin ismini yazıyorlarmış. Artık kimse acı çekmesin, dertler bitsin diye ismimin en isabetli okunuşunu sağlayan Türkçe-İngilizce-Çince karışık bir şey yazdırdım, sonra arkadaşla buluşacağım diye oradan ayrıldım. Döndüğümde bir baktım ki trollemişler:


(Alttaki kuşa benzeyen Çince karakter Hindi demek evet...)

*

Perşembe günü yurt ücretini ödemem için para bozdurmam gerekiyordu, bunun için arkadaşlar bana Mustafa Center diye bir yer önerdi, gittim. Mustafa Center Little India ("Küçük Hindistan") yakınlarında bir alışverişi merkezi, Singapur'un en ünlü alışveriş merkezi denebilir. Çevresinin demografisi Singapur'dan çok farklı, Singapur'un %9'u Hint kökenli ise buranın %99'u. Her tarafta Hint restoranları. Bazı sokaklarda yaya geçidi yok, dandun geçiyo millet.




Mustafa Center İçindekiler tabelası:


Mustafa Center enteresan bir yer.  İçeride bir sürü tezgah ve başında bekleyen birileri var, alışveriş yapınca adam kağıda ürün kodunu ve fiyatını yazıyor, sen kağıdı kasiyere götürüp ödemeyi yaptıktan sonra fişi getirip ürünü alıyorsun, ki fiyatı da o an yazdığı için pazarlığın da önü açılıyor. Türkiye'de bu sistemle çalışan bir yer var mı bilmiyorum.





Giyim kısmı bayağı büyük. Kendime bir şort alayım dedim, elimi attığım ilk şortta bu manzarayla karşılaştım:


Sanki Singapur'un dört bir yanından küçük esnaflar toplanmış da "Ya gelin alışveriş merkezi süsü verilmiş bir yer açıp ünlü olalım." demiş gibi. Yalnız benim konuştuğum esnaflar bana biraz kaba geldi, bir şey soruyorum, acelesi varmış gibi cevap verip çevresiyle ilgilenmeye devam ediyor adamlar. Sanki satış yapmaya değil de muhabbete gelmişler.

Hepsiburada'da 106 lira olan traş makinesini buradan 105 liraya aldım, manyak kâr ettim, zaferimi kutlamak için bakkaldan bir sakız alayım dedim, satmıyorlarmış.

*

Dönünce exchange grubundakiler "Arkadaşlar yemekhanede "Theme Dining" var, beraber gidelim." dediler, gittik. Harry potter temalı bir akşam yemeği hazırlamışlar. Akşam yemeğinin Harry Potterla bir alakası yok tabii, tuzsuz pirinç pilavı yiyip soya sütü içen Harry Potter mı olur. Ama görevli teyzeleri cadı gibi giydirmişler. Bu teyzeyi bu halde ve mutlu görünce bir gülme geldi:


Öte yandan Malay yemeklerini dağıtan, yaşı epey ilerlemiş, evde torun sevmesi gerekirken Singapur'da emeklilik diye bir şey olmadığı için hala çalışan teyzenin "Ne hale soktunuz beni?" bakışlarını görünce üzüldüm.

Sıra sıra fotoğraf çektiriyor millet. Bunu koydum diye başıma bir şey gelmez umarım:



Perşembe akşamı 14. katta "14. Kattakiler saat 9'da ortak salona gelin tanışalım kaynaşalım, pizza da var." temalı bir toplantı vardı. (Bu arada helal olsun, "X yurdunda mı kalıyorsun, kaçıncı kat?" sorusunun bir anlam ifade ettiği yegane okul olabilir NUS. 14. katın whatsapp grubu bile var.) Pizza var dediler geldik. Ardından yaşlı bir çift geldi salona. Teyze herkese kurabiye ikram etti. Amca meğerse profesörmüş, ve karısıyla bizim katta yaşıyormuş!!! 1. sınıfları bizim yurda veriyorlarmış, yurtta da profesörler (sayıları birden fazla) yurttaki seminer odalarında onlara ders veriyorlarmış. 60-70 yaşına gelip öğrencilerle yurtta yaşamak ha. Bir yaşıma daha girdim.

*

Cuma gecesi karaokeye gittik. Daha önce karaokeye gitmediğim için nasıl oluyor bilmiyorum, ama internette gördüklerimden farklı bir konsepti vardı. Bir televizyon ve bir kanepeden oluşan daracık playstation odası gibi karaoke odaları yapmışlar. Arkadaşlarım ben Summertime Sadness'ı mahvediyorken hallerinden pek memnun değil gibilerdi. Bir de malesef Avrupalı grupları pek bilmiyorlar, varsa yoksa Amerikan pop şarkıcıları :'( :'(

Bizimle Karaoke gelen elemanlardan biriyle daha önce tanışmamıştık. Adımı söyleyince "Türkiye'densin di mi?" dedi. Şaşırdım çünkü ilk defa adımdan bunu çıkaranla karşılaşıyordum. Adam İsviçreli ve Türk müziği fanıymış, Spotifyda 1970'lerin müziklerini çalma listesine doldurmuş, Cem Karaca, Barış Manço, Erkin Koray vs. En sevdiği şarkı "Nem alacak felek benim." Dur bakalım daha neler göreceğiz.

*

Cumartesi yani bugün biraz derse oturayım dedim, sonra bunları yazdım.

Görüşmek üzere.